parapsikoloji,kuantum,düsünme,bilim,islam,ilim,tasavvuf gibi konularda iceriklerin paylasıldıgı bir ortam..

test

Son Yazılar

Post Top Ad

Your Ad Spot

26 Ekim 2015 Pazartesi

Benden Bene

BENDEN BENE :
ALINTI: Berkay Özcanwww.yorumsuzblog.org


Doğa tek hücreli canlıların “sonsuz şimdi”yi yaşayan birkaç saniyelik kimyasal hafızasından 4 milyar yıllık süreçteki olağanüstü artışıyla insan beyninde bir ömrün sahip olduğu deneyimleri, düşünceleri, duyguları saklayan “holografik hafıza”da kendini deneyimlerken bulmuştur.


Büyük bir ön-beynin getirisi İnsanda “Yüksek farkındalık” potansiyelini oluşturmuş, fakat bunun yanında yüz milyonlarca yıllık evrimsel dönüşümün ürünü olan içgüdüsel dürtüler ile de modern insan olan Homo sapiens’lerin bilinçlerinde özü-hissedişin ilk seviyesi olan Âdemİ ile en büyük cinnî kişiliği olan ŞeytanInın mücadelesini başlatmıştır.

Bilinç, evrimsel süreç sonucu evreni, hakikati sorgulayabilecek seviyenin ötesinde, Âdem’liğine ulaştığında Risâlet dönemi (≈ kişinin özünden gelen hakikat yaşamı) de başlamıştır.

Ne hayvansal dürtülerimiz, ne de bizleri hakikate taşıyacak olan aklî melekelerimiz Tanrı’nın geçmiş bir zamanda çamurdan yarattığı Âdem’e gökten bir anda düşmemiştir. Canlılığın ve dolayısıyla İnsan’ın kendiliğinden nasıl oluştuğu ile ilgili olarak belirli bir sistem dâhilinde, bilimsel bulguların dairesinde düşünebilmekten yorulduğumuz anda olayı bir takım üstün, ilahi ya da uzaysal güçlerin anlık müdahalelerine (sihirli sopalarına) bağlamak kolaya kaçmak, kolay yolu seçmek olacaktır. 

Âdemî bilincin, düşünsel dünyasında geçirdiği mutasyonlarla açığa çıktığı insan beyni-bedeni de diğer canlı türleri gibi yüz milyonlarca yıllık evrim ile son hâlini almıştır (İnsan bedeni ayrıcalıklı değildir). Biyolojik evrimden sonra İnsan türü ile beraber “kültürel ve zihinsel-ruhsal evrim de” yeryüzü sahnesinde rol almıştır.

Geçmişte, ancak bir tanrı/olağanüstü bir güç tarafından meydana getirilebileceği düşünülen birçok olguya bugün bilimin pozitivist diyebileceğimiz bakış açısı çerçevesinde açıklayıcı cevaplar verilebilmektedir. Bilimin şu an için cevaplayamadığı bütün sorular da er-geç cevaplanacaktır. Ötedeki (!) ilâhi bir gücün anlık müdahaleleri ile doldurulacağına inanılan boşluklar konusunda bilim elbette iş başındadır.

Mistiklerin yüzyıllardır anlattığı ve çağdaş bilimsel disiplinlerin de işâret ettiği “Parçalardan oluşmayan, Sonsuz-Sınırsız, Tek, Yalnız Mutlak Bilinç ve Gücün, Varlığın” dileği, kendi varlığının algıladığımız 4 boyutlu Evren boyutunda nedensellik ilkesi çerçevesinde, “evrensel fizikokimya kurallarının kendisi olarak” ve bu “kurallar istikametinde” açığa çıkmaktadır. Bu yüzden 4 boyutlu evrenimize asla tanrısal-ilâhi olarak adlandırılabilecek direkt-âni müdahaleler; başka bir deyimle sistemde Tanrının sihirli sopasına yer yoktur. Çok boyutlu Evrenin her birime hitâp eden gerçekliğinde yürürlükte olan mekanizma materyalist felsefeye uygun gözükür. Elbette bu, gerçeğin herkes tarafından objektif olarak algılanan yönü olup meta-fiziğe yer vermemektedir. Metafizik âlemin varlığı ancak sübjektif olarak hissedilebilmektedir.

Evrensel Sisteme bakarken de ilk olarak materyalist (salt maddeyi gerçek sayan Bilim’in rehberliği) ve düşünce dünyamızda derinleştikçe de idealist (Salt Mânâ Evreninde yaşadığımızı işâret eden Gönül’ün Rehberliği) düşünüş modellerini temel alarak Dini metinlerin (konumuz gereği insanın yaratılışının) yorumlanması faydalı olacaktır.
Gönlün meta-fizik alanına tüm hayallerden (mecazlardan, sembollerden) arınarak sağlam adımlarla girebilmek için “Bilim” ve Bilimin bulguları rehberimiz olmalıdır. Aksi takdirde, bilimle asla uyuşmayan “Âdem ve Havva’dan insanlığın türeme anlatımları” ve bunun gibi çağının zorunlu mecazî anlatımlarını gerçeğin kendisi sanıp kendimizi şişirdiğimiz balon dünyamızın içinde -kozamızda dışarıdaki Evrensel Sistemin gerçeklerinden bihaber olarak- yaşamaya hapsetmiş oluruz.

Bilim, doğa olaylarını doğaüstü, ilâhi bir takım kuvvetlerle açıklamak yerine, fiziko-biyokimyasal kanunlarla, teorilerle, somut, direkt ya da dolaylı bilimsel veriler doğrultusunda doğanın ve evrenin yapısını açıklamaya çalışır. Bilim, doğada bulunan canlı türlerinin “aniden, yoktan yaratılıp” yeryüzüne bırakılmasını kabul edemeyeceği için -ki en başta enerjinin yoktan var edilemeyeceğini söyleyen termodinamik kanununa aykırıdır- bu canlıların birbirlerinden türediğini, yâni Evrim’in bir GERÇEK olduğunu savlar.

Yazı dizimiz boyunca şunu ifâde etmeye çalıştık: Allãh’ın Kendindeki Sonsuz İlmini AN’da seyredişi; başlangıcı ve sonu olmayan “Yaratımı, Deneyimleyişi” meydana getirmektedir. Potansiyel (Kuvve) hâlindeki Tümel İlim (DATA’daki Şey‘ler/Eşya) Allãh’ın KuDReti ile İRaDe olunduğunda, ŞEY tohumuna/programına göre boyutunda açığa çıkar/yaratılır/algılanır/deneyimlenir, OLdurulur (Kûn Fe yeKûn).

DEHR’de ŞEY iken Varlık kokusu almamış olan Evrenimiz de Allãh’ın İlim-İrade-Kudret sıfatları gereği “OL”arak Varlık kazanmıştır. Bu yaratılışın misali her an bizlerde de gerçekleşmektedir. Örneğin, “Kırmızı bir elmayı” düşünmek istediğimizde belleğimizde sûretsiz, potansiyel olarak (ŞEY) bulunan salt bilgi (DATA, İlim) bizdeki enerjinin kullanımıyla (Kadir) açığa çıkarılarak (İrâde) sûrete bürünüverir (OLuverir).
Evrenimiz sûrete bürünmek, algılanabilmek için Büyük Patlama ile açılmış, kuantlaşma/maddeleşme başlamış ve canlılık meydana gelmiştir. Cansız maddenin kozmolojik Evrimi gibi, canlılık da Biyolojik Evrimsel süreç ile türemektedir. Evrim, boyutumuzdaki Yaratılışın kendisidir. Yaratılış bu boyutta vasıtalarla, sebeplerle olmaktadır. DEHR’in Potansiyel ilminin bir cüz’ü (!?) bu boyutun birimlerinin kendilerinden (=birimlerin kendileri olarak) seyredilmekte, deneyimlenmekte, ifâde olmaktadır.

Üst boyutlara göre Olmuş-Bitmiş olan Evrenimizin Seyri biz birimsel zihinlere göre devam etmektedir. Evrenimizin idâmesini sağlayan bütün kanunlar HEP o en yukarıdaki (!) “Ol” buyruğunun içindedir.

AHAD’ın DATA’sı akla gelebilecek/gel(e)meyecek Tüm Sonsuzluğu barındırdığından “OL” emri “Mutlak Yokluktan” yeni yeni Varlıkları açığa çıkarmak anlamına gelmemektedir.

Benzer şekilde  “Khalak” fiili de “yoktan var etmek” anlamına gelmemektedir. Kur’ãn’da “Khalake>>>yaratmak” eylemi “yoktan, hiçlikten meydana getirme” anlamında değil de, “bir değişimi, dönüşümü, evreleri, merhaleleri” anlatmak için kullanılmaktadır. Kelimenin orijinal anlamı bilinmek isteniyorsa, kelimenin mânâsının apaçık bir şekilde anlaşıldığı âyetler göz ardı edilmemelidir.

Örneğin, Mu’minûn sûresi 12, 13, 14. âyetlerini inceleyelim:

“…thumme [sonra] khalak na [biz khalk ettik] el nutfete [zigotu] ‘alekaten [embriyo] fe halak na [biz halk ettik] el alekate [embriyoyu] mudğaten [etleşmeden önceki bir aşama], fe halak na [biz khalk ettik] el mudğate izamen…”

“Sonra o nutfeyi bir ‘alak/embriyo olarak yarattık, sonra o embriyoyu bir et parçası olarak yarattık, daha sonra o et parçasını kemik olarak yarattık…”

Anne karnında yaratılışın her evresi için ayrı ayrı olarak “Yaratmak=Khalak” kelimesi kullanılıyor. Görüleceği üzere her evre (nutfe, embriyo, et, kemikler) ayrı ayrı olarak yoktan, bir anda değil, bir dönüşüm sonucu meydana getiriliyor.

“Sizi, canlıları yarattık/Khalk ettik” benzerindeki âyetlerde de her zaman kelimenin bu orijin anlamını (”Yaratımın kademeli-dönüşümlü” olduğunu) göz önünde bulundurmamız gerekecektir.

Kur’ãn’da yaratılış âyetleri incelendiği takdirde hiçbir varlığın yaratımının vasıtasız meydana getirilmediği de fark edilir (Çamurdan, sudan, balçıktan, alak‘tan yaratımlardan bahsedilir).

Kur’ãn, elbette insanın ilk(s)el (maymun, balık, sürüngen benzeri vs.) atalarından ve ara evrelerinden (geçiş türlerinden) bahsetmemiştir. İnsan’ın biyolojik/hayvansal bedeninin evrimsel sürecini bir filmin (sayısız) kareleri olarak düşünürsek Kur’ãn’da bütün karelerin tek tek sayılmasını beklemek de mantıklı olmayacaktır. Bunun yerine Kur’ãn, öz(et) olarak İnsan’ın biyolojik bedeninin Salsal‘dan (İnorganik + Organik kimyadan) dönüştürülerek safhalar halinde meydana getirildiğini söylemiş ve ayrıntısını da bizlere, AKIL sahiplerine bırakmıştır. Kur’ãn, Sistem hakkında işâretler vermesine rağmen elbette bir Bilim kitabı değildir.

Dini metinlerde anlatılan yaratılış kıssalarının “ilk insan Âdem-Havva ve ikisinden üreyerek çoğalma” şeklinde yorumlanmasının Bilimsel anlayışa (Evrim sürecine) ters olduğunun anlaşılması gerekir. Evrim bir süreçtir, sürekliliktir ve bu yüzden Bilim açısından “ilk insan” diye bir kavram yoktur. “İlk” kavramı süreklilikte/süreçte kaybolur.

Âdem’in yaratılan (biyolojik olarak) ilk insan olduğu düşüncesi genelde Bakara-30. ve benzeri anlatımları içeren âyetlere dayandırılır. Biz bu âyetlerin mecazî anlatım olmadığını varsayarak yorumlasak bile biyolojik anlamda “ilk insan” kavramı ile çelişecektir. Çünkü âyette Âdem’in Halife olarak vasıflandırılması (ceâle) esnasında yeryüzünde zâten fesat çıkarmakta (yüfsidü), kan dökmekte olan varlıklardan (yesfiküd dima’) bahsedilmektedir. Bilinçsiz ve dolayısıyla suçsuz olan hayvanlar fesat çıkartamaz, kan dökemez. Fesatçılık ve kan dökücülük bilinçsiz hayvanların değil, bilinçli varlıklara, dolayısı ile İnsan türüne has bir özelliktir.

Bazı dini içerikli kaynaklara dayanarak varsayımsal ata Âdem’in yaşadığı dönemi en fazla 15-20 bin yıl öncesine kadar götürebiliriz. Fakat fosil bilimciler milyonlarca yıl öncesine ait insan fosilleri bulmaktadırlar. Bu da Âdem diye özel bir varlığın yaşadığı çağlarda insan isimli türün zaten yeryüzünde yaşamakta olduğunu gösterir. Bu sebeple geçmişte bir Âdem yaşamış olsa bile bu kişinin modern bir insan (Homo sapiens) olduğunu bile rahatlıkla söyleyebiliriz.

Biyolojik açıdan “ilk insan kavramı” bilimin konusudur ve bundan dolayı bu konuda asla kanıtlayamayacağımız inançlarımızla değil, bilimin bulgularıyla-verileriyle hareket etmemiz gerekir. Bu da bizi “Evrimsel Sürece” götürmektedir.

Kur’ãn’da Âdem’in bizlerin biyolojik atası olduğunu açıkça gösteren bir beyân yoktur (”neden böyle bir atadan bahsetme gereği duysun ki” sorusu da sorulabilir tabi). Ayrıca geçmişte yaşayıp yaşamadığına dâir ortada objektif (tarihsel vs.) kanıtlar yok iken de “ilk insan” tartışmasını yapmak abesle iştigâl olacaktır. Kutsal kitapta geçmişin hikâyelerinin hem de ayrıntılarıyla (Örneğin, “Meryem doğum sancısından kurtulmak için hurma yiyor“. İbret alalım (!?) diye anlatılan bu tarz kıssalarda neden bu tip ayrıntılar var? Düşünülmeli…) anlatıldığını düşünmek kanaatimizce Kur’ãn’ın ruhuna aykırıdır.

Kur’ãn, Rasûlullãh’ta açığa çıktığına (O kendinde Kur’ãn hakikatlerini bulduğuna) göre kıssalar da gene Kur’ãn’ın ifâdesiyle “evvelkilerin masalları” değil, Hakikatin açığa çıktığı Beynin geçtiği “Bilinç Evrelerinin” sembolik anlatımları olmalıdır.

Kuran, İNSAN’ın Bilinç içeriğinin anlatımıdır! İNSAN’ın (=Tüm OKU’nan Kur’an ayetleri) BOYUTSAL GEÇMİŞİnin anlatımıdır. Geçilen evrelerin o Beyin tarafından OKUnmaya başlamasıyla da o mertebeler “kıssalara bürünerek” dilde ifâde bulmuştur.
Örneğin, Rasûlullãh kendinde öyle bir -kelimenin tam anlamıyla- boyutsal sıçrama (Meryem’den ~İsa’nın doğumu) süreci yaşamış ki, bu sürecin sancısını (o sancı her ne ise?) giderecek olan şeyin (o şey her ne ise?) Holografik yansımada, dilimizde tam olarak ifâde bulduğu, en uygun kelime hurma olmuştur. Yoksa ne geçmişte -fizik-biyoloji-genetik yasalarına, dolayısıyla mantığa aykırı- mucizevî bir şekilde babasız doğan bir erkek çocuk vardır, ne de hurma yiyen bir bakire! Daha önce geçilen bilinç seviyelerinin aksine Beşer dokunmadan (her ne demek ise!) yapılan bir boyutsal sıçrama ve bunun geçmişte Muhammed Rasûl’de (ve her devirde) yaşamı var.

Kur’ãn’dan okuduğumuz Şeytanın ayağını kaydırdığı Âdem, madde dünyasında yanmayan İbrahim… Hakikat Bilgisi ile ÖLÜ Bilinçleri DİRİltebilen ~İsa, Muhammed Rasûlullãh’ın kendisidir. Rasûlullãh’ın Evvelleridir, evvelki mertebeleridir. Bu yüzden “Ve iz kale Rabbu KE lil melâiketi (Hani bir zamanlar Rabbi N meleklere..)”, “Ve ZKuR fil Kitâbi Meryeme… (kendinde açığa çıkardığın Evrensel Bilgi kaynağından HATIRLA)” diye geçmektedir.

Evrenin Holografik oluşu (Zerrede Tümel’in boyut boyut SAKLI oluşu) gereği, Rasûlullãh kendinde bulduğu boyutların diğer insanlarda da potansiyel hâlde olduğunu bildiğinden ÖZGÜR=KUL olmak isteyen Beyinlere kendinde bulduğu DİNi teklif etmiş ve bu yolda yaşanan aşamalar da BİLENLER için hakikatindeki KENDİSİ tarafından sembolleştirilmiştir.

Rasûlullãh’ın ve O’nun varislerinin Özlerini hissetikleri-bildikleri ilk aşama kutsal kitaplarda Âdem ismi ile kodlanmıştır. Âdem eski dillerde “verimli toprak” anlamına gelir. Ürün verme potansiyelini taşır. Verebileceği ürünler (≈sonraki bilinç düzeyleri) Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Mûsa, ~İsa … vs. olarak adlandırılmıştır.

[[[*** Bundan sonraki cümlelerimizde kullandığımız "Âdem" ismi ile kastedilen geçmiş bir zamanda Âdemî bilince nâil olmuş tek bir kişi değil, her çağda İNSANlığın bu ilk basamağına ulaşma şükrüne kavuşmuş beyinlerdir.  ***]]]

Bilmek’in ilk basamağı Âdem’dir. Bir kere Bilmeyi Hisseden zihin de Âdem evlâdı olur. “Âdem evlâtları” ifâdesi geçmişte yaşamış bir Âdem’in biyolojik olarak çocukları değil, Âdem gibi ve daha da ötesinde yaşayan anlamınadır. Dünyada yaşamakta olan tüm insanlık Âdem evlâdı ve Halife değildir. Belirli hissiyatlara erip Evrensel Bilinçten ilham alan, -ebedi olmasa da- cennet(i) yaşayan İNSAN=Halife Âdem, Âdem (seviyesinin) ötesinde sürekli YENİLENEN bilinçler de Âdem evlâtlarıdır.

Kişinin bilincinde Âdem boyutu çıkmadan önce zihin kâh “ins (gündelik zihin farkındalığı)” kâh “cin (özel şartlarda açığa çıkan saklı kişiliklerin)” etkisinde veritabanına yüklü yazılımların çıktısını (print-out) yaşar. ATA DİNİ (genetikten ve çevreden gelen dürtüler, içgüdüler, şartlanmalar, değer yargıları, davranış kalıpları) işletim sisteminin ve yazılımlarının bireyin veritabanını programlaması sonucu bu zihinsel hâller bireye cehennemi (=Allãh’tan uzaklık) yaşatır.

“Cehennem için birçok İNS ve CİN hazırladık. Kalpleri vardır, FIKIH edemezler; gözleri vardır, BASİR edemezler; kulakları vardır, SEMİ’ edemezler. Onlar SÜRÜ (En’ãm) GİBİdirler, belki daha sapmış, daha gafil.”

Bu yaşayış hayvanî yaşamın daha kompleks olanıdır ve üst boyut ALGISI, İNSANÎ meziyetler (Tefekkür, Sezgi, İlhâm, Aşk, Huşû, Birlik vs.) bu yaşam biçiminde yoktur. Dolayısıyla kişi HAKİKAT’e Cahil=ÖLÜ’dür, UYKUdadır. Üst bilinç seviyelerine göre bu yaşamlar dünyada DİRİ DİRİ MEZARda yaşamaktadır.

Kişinin mezarından dirilebilmesi, hissedebilmesi potansiyelindeki Melek(e)leri kendinde bulabildiği ölçüdedir. Melek (elk=aracı, bağlayıcı ve/veya melk=güç köklerinden gelen anlamları itibariyle) zihnin birimselliğinden kaynaklanan yaşayışı yanı sıra kişiyi TEK’e bağlayacak, Varlığın gerçekte TEK olduğunu hissettirecek güçleridir. Bu güçlerin açığa çıkmasının yolu (şartı) da insanı diğer canlılardan ayıran SORGULAMA ve DERİNLİKLİ DÜŞÜNME yetilerinden geçmektedir. Sıradan bir yaşam ve sıradan düşünceler yatay boyuta (cansız evrene) âit iken, TEFEKKÜR dikeye kanat açmanın, (”tohum atma, spermin yumurtayı döllemesi, kıvamsız da olsa (su+toprak) çamur olma” mecazları) ilk şartıdır. Tefekkür yeteneğine sahip birey için DünyaSı Anne Rahmi gibi olur.

“Sizin birinizin ana‐baba maddeleri 40 gün anasının karnında toplanır…”

“Rabbin meleklere “Ben kupkuru bir çamurdan, SalSal’dan insan yaratacağım” dedi.
Hakikat bilgisini alan yolcu kendini, âlemi SORGULAMAya, DÜŞÜNMEye başlar. Ölü olduğu Mezarı, Sorgu melekelerinin çalıştırıldığı nispette Kabîr âlemine dönüşür (günümüzün mecazıyla ifâde etmek gerekirse; içsel dünyaya, zihne dönük yaşam olduğu için “dalga beden” âlemine geçer).

[[[ İlkel atalarımızın hayatta kalabilme mücadelesi sonucu genlerine işlenen içgüdüleri milyonlarca yıllık bir "şaşmazlığa/kesinliğe" sahiptir. Belirli bir etkiye karşı bir hayvanın vereceği tepki -canlıların gereksinimi sonucu evrimleşerek bünyelerine katılan şaşmaz mekanizma dolayısıyla- bellidir/belirlidir. Milyonlarca yıllık tarihi olan bu mekanizmalar bizlere genetik yolla aktarılarak duygusal belleğimizi (limbik sistemimizi) ve bu atasal belleğin bireydeki duygu ve davranışlarını (rekabet, kıskançlık, hırs, saldırganlık, öfke, endişe, korku vs.) doğal olarak, yâni kişinin elinde/iradesinde olmadan şaşmaz bir şekilde oluştururlar. Nefis terbiyesi bu nedenle milyonlarca yıllık tarihe meydan okumadır ve kolay bir mücadele olmadığı ortadadır! Bu derece duygu yoğunluklu geçmişin izlerini silmenin yolu benzer yoğunlukta bir etkiyle mümkün olabilir. Bu da ancak konuyla ilgili Tefekkürle sağlanabilir. Her gün yapılacak 1 saatlik derin Tefekkür 1 milyon yılın etkilerini azaltabilir. "Milyonlarca yıl süren" diye işâret edilen "Dalga/Kabîr âlemi hayatı" anlatımının yoğun (sıkıştırılmış zaman) geçen Tefekkür ANlarına eşdeğer olduğu düşünülebilir. ]]]

Kabîr âleminde, kişi bağlı olduğu yol gösterici Mürşit’ten (Hakikati anlatan ilmi eserlerden, kişilerden, bilimsel gelişmelerden vs.) beslenmeye başlar. Artık Rahim duvarına bağlanıp embriyo (alak) haline gelerek ilk besin maddelerini almaya başlamıştır. Bebeğin sağlığı, düşük olmaması (=emmareye düşmemesi) için Tefekkürünün yaşamı ile zengin içerikli besin alımına devam edilmesi gerekir.
“Sonra o maddeler o kadar zaman içinde katı bir alak hâlini alır.”
Beslenmeye devam eden embriyo artık CANlanmaya başlar ve ET-KEMİK haline gelir.
“Sonra yine o kadar zaman içerisinde bir çiğnem ete tahavvül eder.”
“Andolsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik..”

Sabır‐Sebatla ilerlenen yolda yoğun Tefekkürler sonucu Beynin-Bilincin hassaslaşmasıyla kişi dikey boyuttan ilham alır hâle gelerek Evrensel Bilinç’ten nemalanmaya başlar (kendi yolunu nedensel işleyen beyin biyokimyası yanında Evrensel bilinçten aldığı nedensel olmayan içe doğmalar, yaratıcılık, AKIL ile de çizer). Kişinin bilinçaltı Evrensel duygularla yeniden programlanır. Artık günlük yaşamında hem cinlerinin hem de meleklerinin kontrolünde davranışlar sergiler.

Meleklerin bireyin beyninin derinliğinde yerelleşmesi kişinin Büyük Meleklerin, BURÇlar diye işâret edilen BÜYÜK BEYİNLERin ASTROLOJİK tasarrufuna, çekim alanına (KEHF Uzayı) girmesine neden olur (“Yıldızlarla yollarını bulurlar”). Dünyanın zihnin DÜZ AYNAsı olması bu evrede başlar. Kişi önceden sadece bilinçaltının sonuçlarını yaşarken Kabîrde elleriyle=bilinci ile yaptıklarının sonuçlarını da yaşar.
Bilinçte açığa çıkmaya başlayan Melek(e)lerle hakikat bilgisinin HİSSEDİLMESİ (=Ruh üflenmesi mecazı) gerçekleşir.

“Ona bir melek gönderilir de bu melek ona ruhu nefh eder”
“Onu tamamlayıp, içine ruhumdan üfürdüğüm zaman…”
RUH’tan parça (!?) almak/olmak Âhiret ortamı, Nur Bedenin üretimidir. “ben”‘den geçip “Biz”de eriyiştir.

[[[ Anlatım sadedinde "üretim" demiş olsak da, gerçekte aynı zihin dönüşüme-arınıma uğramaktadır. "Madde-Dalga-Nûr" beden hep aynı, tek zihindir. Ve hatta "Dünya-Kabîr-Âhiret" ortamı "Madde-Dalga-Nûr" bedenin/zihnin ta kendisidir. ]]]
“RUH’undan üflemesi” İNSANlığının başlangıcıdır. Bu düzeyde zihinde Âdem bilinci belirir. Hakikat bilgisinin Tefekkürü sonucu yaşattıkları bilinçaltının bütünlüğüne entegre olur ve yer yer farkındalık düzeyinde etkileri hissedilir (Tefekkürün ürünü huzur-huşû-teslimiyet-tevâzu-hayranlık-aşk-birlik-tamamlanmışlık gibi Âdem hâlinden önce zor yaşanabilecek cennet nimetleri). Tasavvuf terminolojisi ile mülhime pencerelerinden zihne ulaşan hakikat ışıklarıyla, beyin anlık (sabit olmayan, geçici) mânevî zevkleri (mülhime cenneti) yaşar (maddi bedeni hissettirmeyen Birlik yaşamı).
İşte bu hâller kişinin bedeninde/zihninde/algıladığı âleminde (Arz’da) HaLiFe olmaya başladığı zamanlardır.

“Rabbin meleklere ‘Ben Arz’da bir halife vasıflandıranım’ dediğinde…”
Kişinin özündeki (çokluk âleminden münezzeh) SuBHan ve (saf, temiz) KuTSî evrensel güçler (”Bizler Seni Hamd ile SuBHan ve Senin için KuTSî olur iken…”) bir zamanlar günâh işleyen (…Arz’da fesat çıkaran, orada kan döken birini…”) alt boyuta (=HaLeFine), zihne yansır.

Âdem her ne kadar geçmişinde cinlerinin tasarrufundaki ins hâliyle günâh içinde yaşamış ise de, bir madde bedene sahip olduğundan, Sonsuzluğu yaşattıracak potansiyel ön-beyninde gizlenmektedir. Tefekkür dünyası ile beynini-zihnini hassaslaştırarak, yâni derinindeki içsel boyutlarına temas ederek melekî mânâları (Esmâe külle hâ) kendi zihnine=Arz’ına indirebilir. Bu İLİM’in inişi Âdem’i oluşturur.
“Âdem’e belirli mânâların hepsini İLİM etti.”

[[["Esmâe külle hâ", dilbilgisi açısından "var olan tüm mânâlar" yanı sıra "belirli mânâların hepsi" anlamını da vermekte olup daha uygun durmaktadır düşüncemize göre. "var olan tüm esmaların" ve dengeli açığa çıkışı, en güzel kıvamda (Ahseni Takvîm) "Kâmil İnsanda (~İsa)", "belirli isimlerin hepsi"ni açığa çıkartabilecek potansiyeldeki (verimli toprak) beyin ise Arz'daki Halife Âdem'dir.]]]

Melek(e)ler soyut evrenin mânâ-taşlarıdır. Hangi anlam için yaratılmışlarsa (hangi bilgi kodlanmışsa) -tam teslimiyet hâlinde- o görevi icrâ ederler (çekim kuvvetinin sürekli çekmesi gibi). Gelişerek-değişerek kendilerinde farklı mânâlar açılamaz (”Melekler, Seni SuBHan ederiz, senin bizde İLİM olarak açığa çıkarttıklarından başka ilmimiz yoktur, dediler”). Ancak bir madde beden aracılığı ile algılanır ve anlam kazanırlar. Madde bedene sahip insanın ise kendinde birçok meleke açığa çıkarabilerek (”Ey Âdem! Onları mânâları ile çağır, dedi”), yâni gelişebilme, Sonsuzluğa açılabilme potansiyeline sahip olduğunun bilgisi kendilerinde yoktur (”onlara Sizin bilmediklerinizi ben bilirim dedi.”).
Zihin, “sadece TEK var” yaşamına erdiği zamanlarda kendi derinliğindeki melekleri bulup onları kontrolü altına alarak (”biz meleklere Âdem(i oluşturmak) için (li Âdeme) secde edin dediğimizde…”) Âdem’liğini yaşar. Melekler Âdem (evlâdı) ortamının dokusudur. Melekler, kendilerinden ayrı bir Âdem var da, O’na secde ediyor değiller! Meleklerin otomatik olarak (“…melekler derhal/hemen secde ettiler…”) secdesi ile zihinde Âdem yapısı oluşuyor.

Bu öz-bilinç ortamı iradesi/farkındalığı ile tasarruf edebildiği madde bedeni (zevcesi=Havva) ile Cenneti mesken edinir, mânevî zevklerle haşır neşir olur (Ey Âdem! Sen ve Zevcin cennete yerleşin; ondan istediğiniz yerde bol bol yiyin), varlık TEK olarak algılanır (”…şu ağaca (çokluk âlemine) yaklaşmayın…”), ağaca yaklaşılmaz. Ağaca yaklaştıracak olan İLİM eksikliğinden kaynaklanan zulumât=karanlıktır (“…sonra ZaLiMlerden olursunuz…”)

Kişideki İblisin fonksiyonu gereği İblis Âdem ortamının dokusu olamaz (özüne secde edemez, “…o kâfir idi…”). Çünkü iblis kişinin kontrol edemediği (secde ettiremediği) sıradan/gündelik (“…(İblis) elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım…“) DÜŞÜNCE mekanizmasıdır. Dalga yapılıdır (”…beni ateşten yarattın…”) ve kişiye, iradesiz çıkışından dolayı günah işleterek (”Şeytan” kelimesinin mânâsı dolayısıyla Hak’tan uzaklaştırıp) kişinin kendisini özünden habersiz, salt madde beden olarak görmesini sağlar (”…onu çamurdan yarattın…”).
[[[ İblis ve Şeytan kelimelerinin âyetlerde aynı konu içerisinde farklı yerlerde, farklı amaçla kullanıldığına dikkat edelim. ]]]

İnsan, varlığı TEK’in fiilleri olarak seyredip İblis fonksiyonu devre dışı kaldığı anda Âdem’e geçer. Zihin iradesiz olarak gündelik düşünce mekanizmasının işletildiği (sadece beyin biyo-elektrokimyasının hâkim olduğu) duruma döndüğünde de (TEK’ten ayrı birimlerin ve bunların fiillerinin var sanılması ile) bu cennet yaşamı sona erer (”Şeytan “o ikisini” oradan kaydırdı ve içinde bulundukları yerden onları çıkardı”), Âdemlik biter. Âdemsiz zihin ve o zihnin cesedi olarak (“…o ikisini” oradan kaydırdı…”) kalır (ilginç bir şekilde Bakara-31,33,34 ve 35 âyetlerinde Âdem -ve zevcesi- olarak hitâp edilen varlık birden “o ikisi” olarak adlandırılır. Âdem’in değil, Âdemsiz Zihnin Çokluğu tatması, anında Zevceyi ceset (SEV’At) yapar ve “ikisi olarak” dünyaya düşer)
[[[ "ayıp/çirkin yerler/edep bölgeleri" olarak meâllendirilen "SEV'At" kelimesi gerçekte canlılığı olmayan/ruhsuz beden anlamına gelir. Aynı kelime "Kâbil'in Hâbil'i öldürüp cesedini gömme" konusunda geçmektedir (Mâideh-31). Bu bağlamda Âdem'siz/cennetsiz zihnin "diri olmadığının", kişiye salt madde olarak göründüğünün işâret edilmesi mânidardır.]]]

Kişinin Âdem‘i (özündeki esmayı çağırabilecek potansiyeldeki mülhime bilinç bedeni); kendisinde hâlâ var olmakta olan vehminin (ŞeytanI) biyokimyaya tâbi zihnini Kesret âlemi (ağaç) ile kandırması (ÇOK’un fiillerini görmesi) Sonsuz olduğuna inandığı “ağaçtan tatmasına” neden olacaktır. Tattığı anda da cesedi (=Âdemi bilincinin kontrolünde olmayan, İblisinin kontrolündeki madde bedeni, bedenselliği) kendisine gözükecektir (”Ağacın meyvesini tattıklarında SEV’At kendilerine göründü“) (O Bilincin kontrol ettiği ceset kendisinin “zevcesi” idi).

Şirke düşmenin getirdiği pişmanlık kişiyi tövbeye yöneltir (Âdemsiz zihin ve ceset “dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz…”). Âdem olarak yaşadığı hissiyâtı tekrar yaşayıp “bedenselliğe düşüşten” kurtulmak ister (“…Cennet yapraklarıyla örtünmeye çalıştılar…”); ama kendini zihin, ceset ve şeytanı olarak bulur (“… Hepiniz inin oradan…”).

Şeytan ile mücadele şeytanın da kontrol edilebildiği, kişinin TEK ile Diriliş-KıYâM edişine (kıyâmet) kadar devam edecektir (”Bana diriliş anına kadar mühlet ver, dedi. Mühlet verilenlerdensin, dedi “). Bu diriliş için Âdem bilincinin de ötesine geçmek gerekir. Çünkü sadece Âdem ile cennet ebedi olarak yaşanamaz (”O unuttu. Onda azim de bulmadık“). Bilinçaltı havuzundaki kirler Âdem’liği sık sık dünyaya düşürür.
Kişi Âdeme yerleştikten sonra kendindeki Rasûl’leri de çağırabilirse (”…sizden, size Rabbi’nin âyetlerini okuyan ve sizi uyaran Rasûller…“) -boyutsal- sırasıyla Nûh, İbrahim ve Âli İmran bilinçlerine yükseliverecektir. Bir beynin örneğin İbrahim veya ~İsa bilincinde olabilmesi için en azından İNSANlığın=Halifeliğin en alt seviyesi, başlangıcı (!) olan Âdem düzeyine ermesi gerekmektedir.

“Allãh Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ve İmran ailesini âlemler üzerine seçmiştir”
Âdem ile beraber bilinçaltı kısmen temizlenip kişi bir nebze de olsa Diriltildiği (ayağa-kıyama kaldırıldığı) için Özden gelen Rasûl’un âyet okuduğu ve uyardığı zihin içeriği “KıYaM’da olanlar“ anlamında “KaViM” etiketini alır. Âdem ile zihin Salât’ın ilk kısmı olan KıYaM’a kalkar; Secde’ye varmak ise -kişide açılırsa- Rasûl’un uyarıları ile daha ileriki düzeylerinde gerçekleşir. Âdem bilincinin ürünü Kavimler aynı istikâmette yürüdükçe Milletleşerek Hanîf İbrahim bilincine ulaşır. Biz’den (Mutlak) BEN’e geçiş ise “Hayy ve Selam” olarak Dirilen ~İsa boyutunda gerçekleşir.

Âdeme kadar, kesret âlemi ile perdelenen insan Âdem’den sonra da mânevî hâllerin yaşattığı güzellikler ile oyalanıp kendini sabitleyerek Hû‘dan perdelenme yanlışına düşebilir. Dolayısıyla her boyut bir perdedir ve her bilinç mertebesinin de kendine has bir azâbı, cehennemi ve cenneti vardır. İNSAN’ın KENDİsini/KENDİyi bilmesinin sonu da yoktur.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Sayfalar

Post Top Ad

Your Ad Spot

Sayfalar